Tasavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah'a bağlamak demektir.
Belli başlı tasavvufi terimler şunlardır:
Aşk: İlahi aşk, kulun Allah'a olan sevgisi Aşık: Allah'a erişmek isteyen kişi Maşuk: Sevgili, Allah Masiva: Allah dışındaki diğer varlıklar Saki: İlahi aşk şarabını sunan kişi, doğru yolu gösteren şeyh Şarap: İlahi aşk Kâbe: Vuslat makamı Şem (mum): İlahi nur Çile: Nefsi köreltmek için yapılan terbiye, çekilen çile Tekke: Tasavvufun öğretildiği yer, meyhane Mürid: Tarikat şeyhine bağlanarak ondan tasavvufun yollarını öğrenen, onun doğrultusunda ilerleyen kimse Mürşid: Doğru yolu gösteren, ilahi aşkı anlatan VAHDET-İ VÜCUD:Evren yaratılmadan önce tek ve mutlak güzellik vardır.İnsan Allah'ın bir parçasıdır.Ondan ayrılmıştır ve tekrar ona dönecektir.Buna vahdet-i vücud yani varlığın tek oluşu denir. Mutasavvıf, Tasavvuf ehli olan, herhangi bir tasavvuf yolunda mertebe katetmiş kişidir. Mürşit: Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. (Kelime anlamı: irşad eden.) Mürit: Arapça kelime anlamı olarak öğrenci demektir. Tasavvufta mürşide tabi olan bireylere verilen addır. Vird: tasavvufta bir zikir çeşididir. Tasavvufta belirli sayıda Allah denilerek nefsin durulmasını hedefleyen zikir çeşidine vird denir Tekke:tarikat etkinliklerinin yürütüldüğü yapılardır. Tekke anlamında dergâh, hankâh, âsitane sözcükleri de kullanılır Fenafişşeyh: Tasavvuf terimi. Bu makamda bulunan mürit yaptigi her işi şeyhinden bilir. Nereye baksa hep onu görür, daima onun huzurunda bulunduğu hissiyle ahlakını düzeltip güzelleştirir Fenafillah: "Ölmeden önce ölmek" anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre, evrende gerçekte Tanrı'nın vaRlığından başka ebedi olan gerçek varlık yoktur,varlıklar onu gösteren birer aynadır. insan er ya da geç Tanrı'ya geri dönecektir
Dağdan odun getiriyordum. Herkes ona odun diyordu; iki heceyle od-un işte , ateş veren şey... Ama ben onun ilk hecesiyle ilgilendim ateş olan kısmına , gönüllerde aşkı tutuşturan alevli kısmına , 'od' a talip oldum.
''Od (Bir Yunus Romanı)'', İskender Pala'nın 2011 yılında yayınlanan tarihi roman kitabıdır. Kitap Yunus Emre'nin hayat hikayesinden bir parça barındırmaktadır. Aynı zamanda Anadolu coğrafyası ve o dönemin siyaseti hakkında bilgiler barındırmaktadır.
Olayların geçtiği mekanlar:
Olaylar ilk başta Ucasar köyü'nde başlıyor daha sonra olan yağmalamalar ve insan katliamları sonucu köyde sağ kalanlar ile Sarıcaköy'e göç ediliyor. Yunus Emre Hacı Bektaş Veli'nin dergahına gidiyor daha sonrada Taptuk Emre'nin dergahında kalıyor. Genel olarak olayların geçtiği mekanlar buralar.
Öncelikle İskender PALA'dan bahsetmek istiyorum:
1958, Uşak doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1979). Divan edebiyatı dalında doktor (1983), doçent (1993) ve profesör (1998) oldu. Divan edebiyatının halk kitlelerince yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi. “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak da tanınan İskender Pala, Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü’nü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü’nü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü’nü (1996) aldı. Hemşehrileri tarafından “Uşak Halk Kahramanı” seçildi. Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem ve Şah&Sultan adlı romanlarının baskıları yüz binlere ulaştı, pek çok ödül aldı. Türk Patent Enstitüsü tarafından marka ödülüne layık görüldü ve adı tescillendi. Evli ve üç çocuk babası olan Pala, halen İ. Kültür Üniversitesi öğretim üyesidir.
Şair olmayışı hakkında şu sözleri söylüyor:
'' İtiraf etmeliyim ki şiir kitapları hiç ilgimi çekmiyordu. Çünkü yazdığım dörtlüklere sitayişler yağdırıp ileride büyük şair olacağımı söyleyen arkadaşlarım ve hocalarım yoktu. Bugün bir şair olamamışsam ve ömrüm şairleri kıskanmakla geçiyorsa eğer, bunun sorumluları onlardır.''
Osmanlı tarihi ve edebiyatla tanışması:
''Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla tanışmam, Erzurum ve İstanbul'da geçen üniversite yıllarıma rastlar. Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ne çarpılmıştım. Onun açtığı kapıdan girerek artık İsmail Hami'ler, Uzunçarşılı'lar, Pakalın'lar, Öztuna'lar okuyordum. Türk Klasik Edebiyatı'nı sevmiştim ve bir dönem, onunla ayrı dünyaların insanı olduğuma yanarak geçti. Âşıktım, ama onu tanımıyordum. Nihad Sami merhumun Resimli Türk Edebiyatı Tarihi benim Divanu Lugati't-Türk'ümdü. Oradan berceste eserleri tanımaya ve okumaya başladım.'' ''En sıkışık zamanlarda bir divanın gazeller bölümünden fala bakar gibi bir sayfa açıp ilk karşıma çıkan gazel hakkında yazı yazmanın keyifli bir macera olduğunu söyleyebilirim size.''
İSKENDER PALA'YA GÖRE AŞK:
Aşk bir sarmaşıktır ve en iyi bir tanımı da budur. Aşk kelimesinin kökeni de oradan gelir. Sarmaşık bir ağacı dıştan sarar, yemyeşil gösterir ama içten içe kurutur. Nice çınarlar, nice selvi boylular aşkın sarmasıyla içten sararmış kurumuştur, dışı yeşil görünür hâlâ.
İskender PALA ile OD hakkında yapılmış bir röpörtaj:
Od bir Yunus romanı. Tarihi kaynaklarda sadece yarım sayfa tutarındaki bilgilerin araları doldurulmuş, şair Yunus ete kemiğe bürünmüş sanki. Pala, kafalardaki Yunus portresini değiştirmeden onu zenginleştirmeye çalıştığını söylüyor. Pala'ya göre Yunus, Mevlânâ kadar büyük, ama toplum nazarında onun ulaştığı yerden uzak... İskender Pala ile Yunus'u, romanı, kültürel zenginliklerin sanata niçin yansımadığını konuştuk.
Od fikri neyden doğdu, amacınız neydi?
Yunus'un 'Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar' dizeleriyle anlattığı gariplik... Mevlânâ'nın adı her yere yayılırken, ondan aşağı olmayan Yunus Emre'nin garip kalmasını istemedim. Üstelik de Mevlânâ ile aramızda dil perdesi varken... Mevlânâ'nın bulunduğu yerden çok bahtiyarım. Ama doğrudan kalbimize söyleyen Yunus'un da bilinmesini istedim.
Mevlânâ'dan aşağı değil derken... Şiiriyet mi, manevi anlamda mı?
İkisi de şiir söylüyor. Ama Yunus'un yaptığı Mevlânâ'nınkinden zor. Yunus çiftten-çubuktan başka şey bilmeyen insanlara yabancı oldukları bir dünyayı anlatıyor. Ben ikisini de birer güle benzetiyorum. Biri has bahçede açmış, her gün sulanır, budanır, bakımlıdır. Diğeri bir yamaçta dağ başında büyüyen bir gül, rüzgârını Allah estirir, gıdasını gönderir. İkisi de açar. Biri berrak bir safiyet kokar, diğeri işlenmiş bir zarafet... Onun için birbirlerine denktir diyorum.
Halkta karşılık bulmaları da birbirinden farklı mı?
Mevlânâ'dan ezberinizde bir şey yoktur bu coğrafyada. Ama hangi şehre, köye, eve hafızalarda Yunus'tan bir şey bulursunuz. Onun Mevlânâ'nın geldiği yere gelememiş olması 'garip'liğinden. 'Bir garip ölmüş diyeler/üç günden sonra duyalar' diye keramet izhar ediyor. Kerameti kendimce algılıyorum ve diyorum ki bir Yunus romanı yazmalıyım.
Tarihsel boşlukları nasıl doldurdunuz?
Yazdığım kitap bildiğimiz Yunus portresini bozmamalıydı. O bizim Yunus'tu, bizim evin çocuğuydu. Değiştirebilirdim, cengâver ya da Şeyh Yunus da yapabilirdim, şeyhti çünkü. Değiştirmedim, bütün kimliklerini coğrafyamızda ona atfedilen güzellikleri harmanlayarak portreyi zenginleştirmek istedim.
Kemal Tahir'in Devlet Ana romanında, Sabahattin Eyüboğlu'nun veya buna benzer diğer kitapların çizdiği Yunus tiplemesi bir değiştirme çabası mı?
O portreler birkaç Yunus şiirinin penceresinden bakarak oluşturulmuş. Ben Yunus'u bir şair olarak değil bir insan olarak anlattım: Rençber Yunus, Derviş Yunus bir de Işık Yunus... Yaşadığı çağı iyi okuyup orada yaşayacak olan Yunus'u irdeledim. Diğer kitaplar üç paragraf anlatım bir blok Yunus şiiri şeklinde, ben hiç şiir yazmadım.
Ama siz de şiirleri kullanmışsınız...,
Anlatımların içinde erittim, şiirler üzerinden yürümedim. Şiir söyleme aşamasındaki Yunus'un vetiresini, tedahüllerini, renkten renge girmesini anlattım. Bazen kendini İsa gibi bazen Musa gibi, bazen kilise, bazen cami düşüncesiyle yetmiş iki millete bakışını... Çünkü insan hayatının en ucuz şey olduğu coğrafyada başka türlü Yunus olmazdı.
Sabri Koz ve oğlunuz Ahmet Alperen'e teşekkür var. Onların Od'daki rolü ne?
Bir yıl önce, ilk defa Sabri Koz, 'Hocam bir Yunus romanına ne kadar ihtiyaç var, bunu yazsanıza.' dedi. O sıralar Galip Dede'nin Hüsn-ü Aşk'ını yazıyordum. Oğluma sordum. Onun tercihi de Yunus olunca Galip Dede'yi bıraktım. Devam edeceğim inşallah ona da.
Sonrasında nasıl gelişti süreç?
Araştırmaya başladım. Pek çok kaynağı yeniden gözden geçirdim. Bir dervişin hayatı çok da cazip değildi roman konusu olarak. Belki psikolojik roman yazarsınız ama o bile zor. İyimser düşündüm. Tarihi kaynaklarda Yunus'un İsmail isminde bir oğlu geçiyor. Karaman'da Yerce isminde bir köyü satın alıyor. İsmail üzerinden aksiyon kısmını vereyim diye düşündüm. Sonra Sitare önemli bir figür. Çünkü o kadının aşkından İlahi aşka doğru yükselen bir yol izlenmesi lazımdı.
Sitare, Yunus'un yıldızlı heybesi, Elif'in Sitare'ye dönüşmesi... O günlerde böyle aşklar var mıydı?
İnsan her zaman karşı cinsi sevme konusunda haddi aşmıştır. Haddi aşınca zaten o sevginin adı aşk oluyor. Her çağda hüzün dolu aşklar vardır. Leyla ile Mecnun hicri ikinci yüzyılın insanı, daha öncesi de var. Batı'da var böyle aşklar. 13. yüzyıl aşklara muhtaç olunan bir yüzyıl. Hayatlar o kadar savrulmuş, açlık, kıtlık, kuraklık, şiddetli kışlar üst üste gelmiş. Moğollar, haçlı şövalyeleri, Bizans... Kimin kime gücü yeterse onu alt ettiği bir çağda kadın için bir erkeğe tutunmak, erkek için bir kadını sahiplenmek önemliydi. Yunus mutlaka eşine çok âşıktı. Eşi öldüğü zaman dergâha Taptuk'un eşiğine varırken de içinde o aşkı taşıyordu.
Sitare'nin Yunus için anlamı nedir?
Bu özel bir aşk... Sitare yıldız demek. İleride o yıldızın ışığı hep yol gösteriyor. Sitare ölüyor, fakat yıldızı heybesinde, kalbinde, rüyasında... Onu yönlendiriyor. Yıldızın peşinde güneşe ermek... Eğer yıldızın peşine düşerse insan, yıldızı kaybetmeden daha fazla ışık bulabilir. Beşeri aşka tutulursa onu inkâr etmeden daha büyük bir aşka yelken açabilir. Yıldız, bir kadın, fakat o kadının aşkını, İlahi aşka gidince inkâr ettirmedim. Sufiler de etmiyor zaten. Güneş doğduğu zaman yıldız görünmez. Ama bu onun kaybolduğu anlamına gelmez.
Bu kitabı okurken bu sene edebiyatta gördüğüm bilgileri günlük hayatımda kullanmış gibi oldum. Tasavvuf terimlerini biliyor olmak kitabın anlaşılabilirliğini sağladı. Aslında daha önce hiç bu tarz tasavvuf içerikli bir kitap okumamıştım. Yüzyıllar öncesine gidip Yunus Emre ile seyehat ediyormuş gibi hissettim.Aynı zamanda bahsettiği devride kusursuz bir şekilde anlatmış. İskender PALA , dönemi , siyasi hayatı , Yunus Emre hakkındaki kesin bilgileri kendi kurgusu ve yeteneğiyle harmanlamış. Bu kitabı okumadan önce Yunus Emre'nin böyle bir hikayesi olabileceğini düşünmemiştim. Tapduk Emre'nin dergahında yetişmiş bir şair olarak düşünmüştüm. Bu kadar zorluklar yaşamış olabileceği tahmin etmezdim.Yunus Emre'nin hikayesi ile yazarın anlatımının birleşimi çok güzel bir sonuç çıkarmış. Şahsen Yunus Emre'nin hayatını internetten açıp okusaydım bu kadar akılda kalıcı ve zevkli olmazdı. Zaten sanatta bu ya estetik güzelliği ile ilgi çekiyor, öğretici metinlerden daha çok tercih ediliyor. Macera veya fantastik bir kitap olmamasına rağmen sürükleyici bir kitap. Benim için güzel bir deneyimdi. Kitabın en beğendiğim kısımları: Yunus Emre'nin dervişliği tanımlaması , Sitare'nin aşkı tanımlaması , ''Bizim Yunus'' bölümü. Bence kitap gerçek dışı değil , olağan olaylar içeriyor. Kitabın başındaki Molla Kasım ile ilgili kısımı kitabın diğer bölümlerine göre daha az beğendim. Daha az inandırıcı buldum ama yinede güzeldi. Son olarakta , Od önerebileceğim bir kitap oldu.
Özet: Bilge, kelime anlamı itibarıyla bilgili, iyi ahlaklı, olgun ve örnek kimse şeklinde
tanımlanır. Bu bakımdan oldukça geniş kişi kadrolarıyla içi doldurulabilecek olan bu kavram,
“Türk Dünyası Bilgeleri” şeklinde sınırlandırıldığında, genellikle evrensel olanı
kucaklayabilmiş, Türk kültür varlığını bilgeliğinin eserleri ile zenginleştirmiş, halka mal
olmuş isimler ilk akla gelenlerdir. Yüklendikleri aydın vazifesiyle birer yol açıcı olan bilgeler,
her toplumda ve her zamanda halklar tarafından sahiplenilir. Hayatları etrafında menkıbeler
oluşur, eserleri dilden dile aktarılır. Modern zamanlarda bu aktarım ve sahiplenme, biçim
değiştirir. Bilimsel, akademik araştırmaların yanı sıra söz konusu bilgeler sanatın pek çok
dalından eserlerle geniş kitlelere aktarılır. Böylece yıllar ve hatta asırlar evvelinden başlayan
bilgelik ve aydınlık vazifesi hâlihazırda devam eder. Yunus Emre, söz konusu bilgeler
arasında en çok tanınan, eserleri en çok bilinenlerdendir. Hal böyle olunca, Yunus’un hayat
hikâyesi de eserleri kadar ilgi çeker. Halkın içinden çıkmış ve asırlar sonrasında bile halkın
bağrına bastığı bilge Yunus’un hayatı sinemada, tiyatroda, şiirde, romanda yeniden
kurgulanır; temeli sevgi olan benliği yeniden inşa edilir. Çalışmamız, Yunus Emre’nin hayat
hikâyesi etrafında oluşan “Od” adlı romanda, Yunus’un bilgeliğinin izlerini sürmeyi; onu bir
halk bilgesi yapan nitelikleri, kimliğinin kurgusal düzlemde yeniden inşasını araştırmayı
amaçlamaktadır. Tüm dünyada halk kahramanları veya bilgeler bugünün bakış açısı ve dili ile
sanat eserlerinde yeniden kurgulanmış; bu çalışmalar kuşkusuz bilgelerin ve fikirlerinin
bilinirliğini de arttırmıştır. Çalışmamız ile Türk edebiyatında bu rolü üstlenmiş eserlerden
birinin yerinin aydınlatılması da umulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Yunus Emre, Od, bilge, roman, Türk edebiyatı. İskender Pala tarafından kaleme alınan “Od - Bir Yunus Romanı” en genel ifadeyle
Yunus Emre’nin hayatını ve onu “Bizim Yunus” yapan aşamaları anlatır. Romanda olay
örgüsü üç anlatıcı tarafından aktarılır. Bu üç anlatıcıdan Molla Kasım merkezdir; diğer iki kişi
hikâyeyi ona anlatır gibidir. Yunus Emre, Molla Kasım ve Samuel
(İsmail)’in, yani kahramanların bakışından olayların nakledilmesi, olay, durum ve kişilere çok
katmanlı bir bakışı beraberinde getirmiştir. Bilhassa kurgusal Yunus Emre karakterinin
ağzından, Yunus’un halk anlatıları, menkıbeler ve velayetnamelerle bir araya getirilen hayat
hikâyesinin anlatılması dikkate değerdir. Yunus Emre’nin hem romanın başkişisi hem de
anlatıcısı olması onu kurgusal düzlemde daha canlı, daha ilgi çekici bir karakter yapar zira
okuyucu onun hikâyesini bizzat onun ağzından, onun bakış açısından dinlemektedir. Kendi
kendini anlatan bir karakter olarak kurgulanan Yunus, üçüncü bir şahsın anlatımı ile tanıtılan
Yunus’tan daha canlıdır çünkü bu yolla okura hem Yunus’un hayatı ve fikirleri hem de üslubu
ve benlik algısı yansıtılmış olur. Yunus Emre’nin hayat hikâyesi kesin olarak bilinmez, hatta bu ifade Yunus’la ilgili
yapılmış hemen hemen tüm çalışmalarda değişmeksizin kullanılır. Yunus’un hayatı ile ilgili
yapılan çalışmalar, ana hatları ile tutarlı olsa da Tapduk Emre’nin gerçekten yaşayıp
yaşamadığından Yunus’un ümmi olup olmadığına, Yunus’un yaşadığı köyden şiirlerine kadar
delillere dayanan ve birliğe varılan görüşlerden söz etmek mümkün değildir. Ancak Yunus’un
menkıbevi hayatı, halk anlatılarında da velayetnamelerde de çok farklılık göstermez. Bir edebi tür olarak romanın başlıca vasıflarından biri kurmaca oluşudur. Tüm sanat
eserlerinde olduğu gibi romanda da sanatkâr gerçeği olduğu gibi yansıtmak zorunda değildir.
Edebi eserlerin konusu gerçek olay ve kişilerden alınabilir fakat bunlar estetik bir anlatı
oluştururken yeniden kurgulanır. Dolayısıyla bu çalışmada ele alınan “Od”un da gerçeği dile
getirme, Yunus’un hayat hikâyesini belgelendirme gibi bir gayesi ve görevinin olmadığı
yeterince açıktır.
Yunus, temelini sevgiden alan dünya görüşünün yanında, kullandığı dil ile de halkın
içinden ve halka mal olmuş bir bilge kişidir. Esasen Anadolu’nun gerçek fatihleri Anadolu
köylüsünün yanı başında oturmayı kabul etmiş olanlardır. Yunus da
bu fatihlerden biridir. Yunus’un halk tarafından böylesine benimsenmesi, belgelere dayalı bir
hayat hikâyesi veya eksiksiz ve tartışmasız bir divan bırakmamıştır belki ama asırlar boyunca
dilden dile anlatılacak menkıbevi bir hayat hikâyesi ile onu, düşüncesinin özü sevgi ile
anmayı ve anlamayı sağlamıştır. “Od” da ağırlıklı olarak, kaynaktan kaynağa pek az
değişiklik gösteren bu menkıbevi hayat çizgisi esas alınarak olay örgüsü oluşturulmuş bir
romandır. Bu bakımdan romanın incelenmesi ile hem Yunus’un halk tarafından kurgulanan
hayat hikâyesine hem de çağımızda bir başkişi ve anlatıcı olarak bu anlatılar üzerinden
yeniden kurgulanan Yunus’a dair izleri sürmek mümkün hale gelir.
Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur.
Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.
Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez
***
Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş
Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu "EfalAlemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'inyansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir.
Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.
Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.
Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı, Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.
Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken."
"Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
Dilerisendeyüverem, ezelî vatandayıdım.
Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."
"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım."
Bütün insanlar doğru olsaydı yiğitliğe lüzum kalmazdı. (Temür Alp,)
Her kaçışın hasret gibi, gurbet gibi, firkat gibi acıları; terk etmek, gözden çıkarmak, vaz geçmek gibi fedakarlıkları vardır. (Temür Alp)
Zalimim karnından aşı eksilmeye görsün mazlumun kanına ekmek doğrar da yer. Ama umutsuz olmamak lazımdır. Ayak kırıldı mı Allah kanat ihsan eder.(Temür Alp)
Yoksulluk elbette hırsızlığı ve eşkıyayı davet eder.
Sevgilinin gözünden akan bir damla, bir erkek için ya hazinedir, ya da hazineyle tartılır. Çaresizlik yollarınızı bağladıysa o damlayı görseniz de iç acıdır, görmezden gelseniz de.
Mücadele azmi insanı zinde tutuyor.
Uzun bekleyişlerin kalbe yansıyan ihtilalleri olur.
İki kişinin birbirini sevmesi, birbirini dost edinmesi sahip edinmesi demektir.
İnsan bu dünyaya bir dava için değil bir sevgi için gelebilir.
Nefsine ağır geleni sakın kimseye tatbik etme. Düşmanının dahi insan olduğunu unutma. İnsanoğlu için en kutsal ibadet çalışmak, doğruluk ve insan sevgisidir.
Adalet duruluk ve doğruluktur.
Şu alemin şartlarına ayak uydur, ama kendin ol.
Su girdiği kabın şeklini alır; ama özde aynı kalır.
Zor zamanlar insanın iç yüzünü ortaya çıkarır.
İnsanlar yaratılışlarının gereği madde ile mana dengesinde yaşamak isterler.
Her ne ki arıyorsun; aradığın ancak sensin…iyinin de kötünün de fidanı senin içinde büyür. ( Hacı Bektaş)
Yunus’un oğlu ile kavuşması da şeyh olmasından sonradır. Baba oğul birbirlerine
hallerini anlattıktan sonra İsmail'in babasına kızgınlığı geçer. Yunus torunlarını görecek kadar yaşar. Gönül gözüyle görmenin bir sembolü olarak Yunus da
gözlerini kaybeder; zaten Abakay Derviş’in merhemleri ile hastalığını daha başlarken iyi
edebileceği halde böyle bir tercihte bulunmamıştır. Sonunda babasına olan öfkesi ve
kırgınlığını dindiren dolayısıyla inancı da tazelenen İsmail, babası ile gurur duyan bir adam
olarak çizilir.
Aslında
Yunus, Mevlana ile karşılaştığından ve onun tarafından yeteneği ve isteği fark edilip karşılıklı şiir
söyledikten sonra bilhassa Tapduk dergâhına yeniden kabul edildiğinden beri kendini
durduramaz şekilde zihninden şiirler söylemektedir. Ancak bundan sıyrılmaya çalışır çünkü Tapduk sultanı onun tüm iddialardan sıyrılmasını istemektedir. Dergahta hikmetler, nutuklar,
demeler söyleyen Yunus-ı Gûyende adlı bir derviş de vardır. Pek çok Yunus divanının olması
ya da pek çok dizenin Yunus’a atfedilmesi gibi hakiki durumların bir izi olarak
değerlendirilebilecek bu hadise Yunus’un şair olma sürecine eşlik eder. Dergaha Horasan
erenlerinden kırk pirin geldiği bir akşam Tapduk Emre’nin“Haydi Yunus, vakit tamam oldu,
o hazinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin, sen söyle! Bu mecliste sohbeti sen eyle. Hünkar
varlığının nefesi yerine gelsin.” demesi üzerine Yunus, herkesin gönlüne işleyen
şiirlerini söylemeye başlar. Bu şiirler Gûyende tarafından kayda geçirilir. Yunus, o gecenin
anlamını “ O gece ulu divan olduğunu, kırklar meclisi kurulduğunu ertesi gün kendime
geldiğimde anladım.” der. Bu ziyarette ortaya çıkan iki hakikat daha vardır.
Bunlardan biri, Yunus’un bir alp eren olan dedesi Taybuga’nın, onun bir gün bu eşiğe
geleceğini kırk yıl önce söylemiş olmasıdır. Diğeri ise yıllar önceki karşılaşmalarında
Mevlana’nın Yunus için “Sufilik yolunda hangi makama erişmişsem, şu Türkmen kocası
Yunus’un ayak izini orada gördüm.” dediğinin Faruk Çelebi tarafından nakledilmesidir. Bu
asli olayların ardından Tapduk Emre Yunus’a artık kemale erdiğini, şeyh Yunus olduğunu, bir
posta iki aslan sığmayacağını, gidip gönül Kâbe’sini başka yerde kurmasını söyleyerek
Yunus’a Hakk’ı bulduğunu bildirir.
Uzunca bir süre utancından Tapduk dergahına gidemeyen Yunus, sonunda cesaretini toplayıp dergaha döner ancak dervişlerin öfkesi ile karşılanır. Dervişler Yunus’un bilmeksizin gösterdiği bir takım kerametlerden etkilenir ve korkarken Yunus da bu karşılamanın terbiyenin bir faslı olduğunu anlar ve bu muameleye tahammül eder. Hücre arkadaşı Abakay Derviş onu yalnız bırakmaz ve nihayet Ana Bacı da gelir. Ana Bacı’nın önerisi ile Yunus Tapduk Emre’nin eşiğine yatar. Sabah namazında abdest almak için kalkan Tapduk Emre’nin ayağı Yunus’a takılır. Ana Bacı’ya bu kim diye sorar. Ana Bacı “Yunus” der. “Hangi Yunus?” diye sorarsa Yunus Emre şeyhinin gönlünden çıktığını anlayacak ve oralardan gidecektir. “Bizim Yunus mu?” diye sorarsa ayaklarına kapanıp af dileyecektir. Nitekim Yunus’un korkularına rağmen Tapduk Emre, “Bizim Yunus mu?” diye sorar böylelikle şeyhi tarafından affedilen Yunus’un “dervişliğinden soyunmayan bir şeyh” olarak yaşayacağı yeni dönem başlar.
Bizim Yunus
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş: Okunu kör nefsin, kılıçla çelmiş...
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş; Ölüm dedikleri perdeyi delmiş....
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş; Eli katile de kalkamaz elmiş....
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş; Zaman, onun kemend attığı selmiş...
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş; Toprakta devrilmiş, göğe çömelmiş..
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş; Sayıları silmiş. BİR 'e yönelmiş ... Bizim Yunus, Bizim Yunus....
Yunus, şeyhi Tapduk Emre’ye gönülden bağlıdır. O erişmek istediği hedefte ümidini önce Allah’a sonra şeyhine bağlamıştır. Ancak yıllar
geçip, herkesten farklı bir terbiyeden geçip hala hiç ilerleme kaydetmediğini düşünen,
zanneden Yunus da bu kırgınlığını şeyhi Tapduk Emre’ye yansıtır.
Buna göre dergahtan yukarıda bahsedilen gerekçelerle uzaklaşan
Yunus, “Biz yol şaşırmış iki abdalız. Nereye gideceğiz, nereye gidilir bilmeyiz. Allah
eğleştirmesin, şunda eğleştik kaldık!” diyen iki kişiye tesadüf eder ve “Desenize
bencileyin iki âşık oldunuz.” karşılığını verdiği abdalların birlikte konaklama teklifini
kabul eder. Burada Yunus’un ağzından dervişliğe dair söylediği görüşler önemlidir.“Derviş halk içinde ama onlardan ayrı olmalı; dışta halk ile iken içte Hak ile olmalıdır.
Halvette iken uzleti yaşamalı, yerde iken gökte gezinmeli, ihtişamda iken garip olmalıdır.”
Yunus karşılaştığı bu dervişlerin fikirleri ve yaptıkları sonucunda “Yıllardır Tapduk
kapısında oyalanacağıma şu mağaraya gelseymişim.” diyerek üzülür.İstediği şey,
şeyhinden üstün bulduğu bu iki abdalla kendisini yeniden bulmaktır. Abdallarla geçirdiği iki akşam boyunca ettikleri dualarla
bu iki kişi birer sofra donatırlar. Üçüncü gün sıra Yunus’a gelir ve kendisinin farkında
olmadan, endişeyle dua eden Yunus şunları söyler: “Yücelerden yüce Tanrım, ululardan ulu
Allah! Bu dervişler sana yakarırken her kimin yüzü suyu hürmetine dua ettilerse sen o
kulunun yüzü suyuna beni bunların arasında mahcup etme İlahi!” Bu sözlerden sonra Yunus
dervişlerin şaşkınlıklarını duyar ki gelen sofra önceki iki akşamki ile kıyaslanamayacak
kadar zengindir. Yunus’un kendini bilmesi tam da bu sırada mümkün olur çünkü abdallar
Yunus’un kimin hatrına dua ettiğini öğrenmek isterler. Bunun üzerine Yunus da onlara aynı
soruyu sorar. “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında yıllar yılı odun taşıyan bir Yunus vardır, onun
hürmetine diye dua eder, isteriz. Çok şükür her gün bize nimet gelir.” cevabını alan
Yunus pişman olur. Kendine geldikçe pişmalığı ona her şeyi unutturur.“Kırk gün susuzluk içinde su taşırken yunup arınarak makamlardan makamlar aşmış, yıllar
yılı titreyerek odun getirdiğim vakit od ile yanarak halden hale yükselmişim de haberim
yokmuş. Meğer Tapduk Sultanım bu fakiri sessiz sedasız doldurmuş da farkına varmamışım.”Diyen Yunus, yine de gerçeği gösterdiği için Allah’a şükreder. Bunun devamında ise bir
pişmanlık ve tövbe süreci başlar. Ve bu süreçte Yunus artık içindeki odu, aşk odunu fark eder;
bu od onu hiçbir zamankine benzemeyen bir şekilde yakar.
Yunus Emre, eşini ve oğlunu kaybettikten sonra girdiği yolda bir yandan pişerken bir
yandan da devrin çeşitli bilgeleri ile karşılaşır. Böylelikle romanda adeta devre ait bir bilgeler
geçidi yaşanır. Bu bilgelerle karşılaşmalar arasında en önemlisi(Hacı Bektaş ve Tapduk
Emre’den sonra) Mevlana’dır. Yunus, Çelebi Faruk’la Konya’da bulunduğu sırada bir
Cuma günü İplikçi Camii’ne Mevlana’yı dinlemeye gider. Hayranlıkla dinlediği ve öyle güzel
anlatıyordu ki, insanların ölesi gelirdi. Mevlana, hemen hemen tüm konuşmasında
aşktan bahsettikten sonra Yunus’un yanına gelerek “Hele derviş, senden Tapduk kokusu
alırım!” der. İki bilgenin karşılıklı konuşmalarından da anlaşılır ki Mevlana da
Yunus’u Hacı Bektaş ve Tapduk Emre’nin bildiği gibi gönülden bilmektedir; ondaki cevherin
farkındadır. Yunus’un şiire ilgisinin olduğunu sezerek ondan kafiye düşürmesini ister.“Beni
bende demen ben bende değilem, Bir ben vardır bende benden içeri” dizelerini Yunus
kurgusal düzlemde bu fasılda söyler. Artık şiir onun için farklı bir değere sahiptir. Geçtiği tüm
aşamalara rağmen romanda hala Sitare’den vazgeçemediğini defalarca vurgulayan
Yunus, Mevlana tarafından, ancak onun anlayabileceği şekilde yönlendirilir. Mevlana’nın
“Yıldızdan geç Yunus artık güneşe bak!” demesi ile sarsılan Yunus’un yolculuğunda
bu an da dönüm noktalarından biridir zira Yunus bu andan sonra Sitare’yi bir arzu ve
özlemden ziyade anı olarak zikretmeye başlar. Sitare’ye olan tutkusu, bir insanın eşine
duyacağı sevginin yanında Yunus’taki aşıklık istidadını göstermesi bakımından kurguda ayrı
bir yere sahiptir. Yunus, aşktaki vefasını, sadakatini, coşkusunu, samimiyetini, sabrını,
fedakarlığını Sitare ile yaşadıklarında gösterir. Mecnun’un Leyla’ya olan aşkının değişimi
gibi onun da Sitare’ye aşkı, zaten aşkta olgunlaştığının işaretidir. Bu noktadan sonra
Yunus’un aşkı ilahi aşk olacaktır. Mevlana’nın Yunus’a Mesnevi konusundaki fikri sorulduğunda
Yunus, Uzun demişsiniz efendim! Ben olsam et ü kemik büründüm / Yunus diye göründüm
derdim olur biterdi. Mevlana, Yunus’a olumsuz algılanabilecek bir karşılık vermediği
halde Yunus uzun yıllar, bu gönül sultanına saygısızlık ettiğini düşünerek vicdan azabı çeker.
Aynı dizeleri Yunus, bir gece vecd halindeyken de söylemiştir. Mevlana’ya söylerken de bu
dizeler ağzından kendiliğinden dökülüverir. Ayrılırlarken Mevlana Çelebi Faruk’un kulağına
eğilerek bir şey söyler. Faruk gülümser ve Yunus’a bakar fakat Mevlana’nın ne söylediğini ne
Yunus sorabilir ne de Çelebi Faruk söyler.
Benim o aşk bahrîsi
Denizler hayran bana
Derya benim katremdir
Zerreler umman bana
Taptuk Emre Sohbetlerinden - Kul hakkı
Yunus Emre Taptuk Sultan'ın dergahına gider. Taptuk Emre'nin Yunus Emre'ye ilk başta söylediği sözlerden biride ''Aslanlı yadigarı! Sen ne kadar dünya kokuyorsun?!'' olur. Yunus Emre ona hizmet eder. Her gün dağdan odun taşır.
Taptuk Emre'nin söylediği Yunus Emre için çok önemli olan sözler: '' Yanlış olan , zor olan , hüsrana götüren kulun hata yapması değil, hatada ısrar etmesidir. Allah'ın bir değil , bin tövbe kapısı vardır. Senin de amel defterini dürdükleri bir günün geleceğini sakın unutma. Azrail canını alır, zaman şanını unutturur , kara toprağa tenini karacakları gün olur. Var işini doğru yap , bu dergahta adını güzellikle andır. Özünü tevhide uydur , yüzünü Mevla'ya döndür. Kimseye razını açma , iven davranma , özünü tevhide tapşır , bedenini dergaha bağışla.''
Bu dergahta Yunus Emre'nin bir Çekikgöz rehberi olur. Adı Abakay'dır. Gözleri görmüyordur. Birkaç ay onun yanında eğitim görür. Abakay bitkileri çok iyi tanır onlardan ilaçlar , merhemler ve şuruplar yapar.
Yunus, köyüne vardığında eşinin de aralarında olduğu pek çok
insanın öldüğünü ve oğlu İsmail’in de kaçırılmış olduğunu öğrenir. Bu olay, romanda ve
Yunus’un kurgusal hayatında bir kırılma anıdır. Bundan sonra Yunus’un iki büyük
mücadelesi ve arayışı başlar. Bunlardan ilki İsmail’i bulmaktır. İkincisi ve esas olanı ise nefsiyle girdiği mücadele ve ilahi aşka dair arayışıdır. Kaçırıldıktan sonra adı Samuel olarak değiştirilen
İsmail, Yunus Emre’nin başladığı pişme, olgunlaşma, kendini yok etme, İlahi aşka erme
yolcuğunda yaşadıklarının neredeyse tam zıddı kabul edilecek bir hayat sürmeye başlar. Fakat
o daima babasının ve ailesinin iyi özelliklerini içinde taşır. Dolayısıyla
kötülüğü çok fazla uyguladığı bölümlerde bile İsmail tam bir zalim tipine dönüşmez. İsmail
babası Yunus’a kızgındır. İsmail,
onu bir baba olarak daima kırgınlık ve kızgınlıkla anar. Ona göre Yunus, oğlunu
önemsememiş, yalnız bırakmış, aramamış dolayısıyla yaşadığı tüm olumsuzluklara,
kötülüklere ve daima onu hırpalayan terk edilmişlik, kimsesizlik duygusuna sebep olmuştur.
Bu yüzden suçludur. Yunus Emre, Samuel tarafından anlatılan bölümlerde daima bu öfkenin
ve kırgınlığın yansımaları ile anılır. Samuel’in
zannettiğinin aksine babası çıktığı yolculukta tüm dünyadan ve dünya nimetlerinden
vazgeçmiş olsa da oğlu İsmail’i aramaktan vazgeçmemiştir. Öte yandan Yunus’un köy halkı
için üzerine aldığı sorumluluk İsmail’in çocuk yaşı ile anlayamayacağı bir fedakârlıktır.
İsmail, babası baskın sırasında köyde olsa kendilerini kurtarabileceğini düşünür bu sebeple neredeyse tüm köy halkıyla
beraber annesini kaybetmesinin, kendisinin kaçırılmasının sorumlusu olarak babasını görür.
İlerleyen yıllarda İsmail, babasına dair bir takım izlere ulaşır. Buna rağmen bunca yıl
kendisini aramadığını düşündüğü için babasına kırgınlığı ve öfkesi devam etmektedir. Bu
durumda Yunus’un aksine İsmail tam aksi bir yola girer. Bilhassa Yunus’la
karşılaşmalarından sonra ona olan öfkesini Yunus’un fikir ve inançlarına yansıtır, Tanrı’yı ve
onun iyi olduğu fikrini kabul etmez. İsmail Allah’a öfkelidir.
Bu öfkenin sebebi Allah’a yakardığı halde babasına kavuşamamasıdır. İsmail kötülüğü bizzat yaşamış ve uygulamıştır, Yanında yetiştiği Arm Ustası da yaşadıklarından dolayı Allah'a inanmıyordu. İsmail zaman zaman ustası ile tanrı hakkında konuşurdu. Ustasının söylediklerine rağmen içinde inanma duygusu taşıyordu.
Yunus’u besleyen diğer kaynak anlaşılacağı üzere tasavvuf ehlidir. Bu kişilerin
başında, şeyhi Tapduk Emre gelir. Ancak onun kadar önemli olan bir başka isim, Yunus’u
dervişlik yoluna yönlendiren Hacı Bektaş’tır. Yunus Emre’nin menkıbevi hayatının temel
düğümlerinden biri olan Hacı Bektaş ile tanışma sahnesi romanda hacimli bir olay olarak
yeniden kurgulanır. Bu kurguya göre yaşanan kuraklık ve kıtlığın ardından Sahip Perende ve
arkadaşları, Yunus’a Hacı Bektaş dergâhına gitmeyi teklif ederler. Ancak Yunus, Ucasar’da
Çekikgöz zulmünden kaçıp Sarıcaköy’e yerleşmeye ikna ettiği ve beraberinde getirdiği
insanların sorumlulukları sebebiyle bu teklifi kabul etmez. Bir süre sonra yokluk dayanılmaz
bir boyuta varır. Bunun üzerine Yunus, Hacı Bektaş’ın dergâhına gider. Ayrı bir bölümde
anlatılan bu karşılaşma, anlatıcı Yunus’un Aslanlı Hacı Bektaş Hünkâr? Bozkırın ışığı? O ne
güzel insandı Molla Kasım, bilsen, o ne güzel insandı!... sözleriyle başlar ve Yunus’un
menkıbevi hayatında, bu karşılaşmaya ilgili anlatılanların neredeyse en ince ayrıntısına
inilerek kullanılır. Hacı Bektaş’tan
köyüne yetecek kadar buğday isteyip bir an evvel eşi Sitare ve oğlu İsmail’in yanına dönmek
isteyen Yunus, bozkır için bir kurtarıcıydı dediği Hacı Bektaş’ın, kendisinin dergâha
gelirken getirdiği alıçların her biri için bir nefes ve hatta alıçların her birinin çekirdeği için on
nefes verme önerisini Ruhumun güzelleşmesini elbette isterdim; ama Sarıcaköy’de bana umut
bağlayan insanlara ne derdim? diyerek reddeder. Dergâhtan buğday, zahire ve çeşitli
hediyelik eşya ile ayrılan Yunus, köyüne vardığında eşinin de aralarında olduğu pek çok
insanın öldüğünü ve oğlu İsmail’in de kaçırılmış olduğunu öğrenir. Bu hadise, romanda ve
Yunus’un kurgusal hayatında bir kırılma anıdır. Bundan böyle Yunus’un iki büyük
mücadelesi ve arayışı başlar. Bunlardan ilki İsmail’i bulmaktan ibaret olan dünyevi bir
arayıştır zira Yunus’un artık dünyevi hayatına dair hiç kimsesi ve hiçbir şeyi kalmamıştır.
İkincisi ve esas olanı ise nefsiyle girdiği mücadele ve ilahi aşka dair arayışıdır. Bu iki arayış,
roman boyunca, gerçekçi bir tutumla, dünyadan asla tam anlamıyla kopmayan Yunus’un
hayatını eş zamanlı olarak biçimlendirir.
Aşk boyadı beni kane Ne akilem, ne divane Gel gör beni aşk n’eyledi?
Gâh eserim yeller gibi Gâh tozarım yollar gibi Gâh akarım seller gibi Gel gör beni aşk n’eyledi?
Miskin Yunus biçareyim Baştan ayağa yareyim Dost ilinden avareyim Gel gör beni aşk n’eyledi?
Bu bölümde Yunus Emre'nin en çok şu sözlerini beğendim: ''Gençtim. Aşk şarabı beni de sarhoş etmiş, aşkın ateşi kalbimde tutuşmuştu. Srahoşluğumun adı Elif' idi. Sarhoşluk veren şarabın aslında ateş olduğunu , şarabın sakiye dönüşeceğini o vakit bilemezdim.'' Şarap sarhoşu gece yarısında uyanır, ama saki'nin sarhoşu ta mahşer sabahında...
Tanışma hikayeleri:
Yunus Emre 19 yaşındayken Ucasar'da Emin Ağa'yı arar. Kuzularını otlatan Sitare'yi görür ve ona sorar. Sitare Yunus Emre'nin boğazına hançerini dayar. Daha sonra hançeri telaş içinde saklar. Sitare Emin Ağa'nın kızıdır. Emin Ağa , Sitare'yi Yunus'la evlendirir. Emin Ağa vefat etmeden önce Elif'i yani Sitare'yi Yunus'a emanet eder. Doğacak çocuklarına eğer erkek olursa İsmail adını koymalarını söyler.
Sitare'den aşkın tarifi:
...Yunus! dedi, parmağını kalbimin üzerinde gezdirerek,
"burası kalbinin en değerli yeridir.Burada siyah bir nokta vardır,Canın canı, sevenin canı buradadır.O nokta, yoğun bir damla kandan ibarettir.Adına 'Süveyda' yahut 'Sevda' derler.Siyaha çalan rengi yüzündendir bu isim..
Çünkü sevda, kara talih içinde, o kara kan damlasında büyür..
Bütün tecelli denizleri, aşk fırtınaları, işte o bir damla kanda dalgalanıp çırpınır.
Aşırı sevgi bu damlayı tahrip edip dağıtırsa,parçaları bütün vücuda dağılır.
Aşk işte bu dağılmanın adıdır..Aşık ne yaptığını bilmez olur...
Eser, Yunus Emre’nin dervişliğinin öncesi ile başlar. Yunus’un Tapduk dergâhına girmezden evvelki hayatının anlatılması ile bir yandan tüm insani zaafları, hırsları, hataları, acıları, mutlulukları ve sorumluluklarıyla “pişmemiş” Yunus çizilir, bir yandan da tasavvufu ve Yunus Emre’yi hazırlayan ve kuvvetlendiren koşullar okura sunulur. Böylelikle hem Yunus’un canlı bir roman kişisi olarak çizilmesine başlanır. Eser, Yunus’un hayat hikâyesi üzerinde yoğunlaşsa ve onun “Bizim Yunus” oluşunu anlatsa da Yunus’un hayatına giren ve ona yol gösteren pek çok bilgenin adı da romanda geçer. Yunus’u hazırlayan, devrin sosyal ve siyasi arka planı kadar hayatına bir şekilde dâhil olmuş bu pek çok bilge şahsiyet de anılmaya değerdir. Esasen Yunus’u hazırlayan bilgelerin başında birer halk bilgesi olan ninesi ve annesi başta olmak üzere aile büyükleri ve Temur Alp Ata ile Satı Nine’de şahıslaşan Türk kocaları gelir. İyi ahlakı, mertliği, dürüstlüğü, yiğitliği, sorumluluk duygusunu Yunus’a kazandıranlar, onun dünya görgüsünü besleyenler bu insanlardır. Bu yönüyle Yunus, dervişliğinden evvel de neredeyse hiç kötücül özellik taşımaz. Ondan daima müjdelenen bir insan gibi bahsedilmesi, vardığı her kapıda, gittiği her dergâhta beklenen kişi olması belki bu temele bağlanabilir. Yazar romanın başında aslında herkesin bildiğini okurdan saklamaz. Molla Kasım’ın
anlatıcı olarak kurgulandığı ilk bölümde, artık hayatta olmadığını Mübarek tenini toprağa
indirdiğimiz güne kadar bu tedirginliğim sürüp gitti. Cümlesinden anladığımız Yunus,
eriştiği makam ile anılır. Belgelendirilemeyen fakat anlatılarda rastlanan Molla Kasım- Yunus
Emre hikâyesi burada yeniden kurgulanır ve romana biçim vermeye başlar. Bu bölüm Molla
Kasım’ın Yunus’un şiirlerini yaktığı, suya attığı ve sonra şiirler arasında “Derviş Yunus bu
sözü/ Eğri büğrü söyleme/ Seni sîgaya çeker/ Bir Molla Kasım gelir.” dizelerini görünce
hatasını anladığı ve pişman olduğu bir olay eksenine oturtulur. Uyku ile uyanıklık arasında
işittiği bir ses, Molla Kasım’a menkıbenin bilindik cümlelerinden birini söylese de (Onun
şiirlerinden bini yerde mahlûk içindir. Allah binini suda balıklar, binini de gökte melekler
okusun istedi. bununla avunmayan ve yaptığından pişmanlık duyan Molla Kasım,
Yunus’un dergâhına gider ve yok ettiği dizelerin kıymetine yaklaşmayacağını peşinen
söylemekle birlikte, hatasının bedelini ödemek ister gibi Yunus’un hayatını yazıya
geçireceğini söyler. Böylelikle romanın devamında Yunus ve Samuel’in anlatıcılığını
üstlendiği kısımlar, odak anlatıcı Molla Kasım’ın onlar ağzından naklettikleri olarak
düşünülebilir. Yunus Emre’nin hayatının bir takım farklılıklarla pek çok kişi tarafından
bilindiği göz önünde bulundurulduğunda pek tabii ki merak unsuru Yunus’un akıbeti üzerinde
yoğunlaşmayacaktır. Herkesin bildiği bu sonu romanın başında anlatıcısına söyleten yazar
böylelikle Yunus’un hayatını detaylarıyla kurgulamaya başlar
Yunus Emre - Bir garipsin şu dünyada
Bu fenada bir garipsin
Gülme gülme, ağla gönül
Derdin dahi çoktur senin
Gülme gülme, ağla gönül
Anadolu'da Moğol akımı ve Bizans saldırıları vardır. Her yeri yakıp yıkmaktadırlar. Yunus Emre eşi Sitare, (gerçek adı Elif olmasına rağmen ona yıldız anlamına gelen sitare adıyla hitap ediyor.) büyük oğlu İbrahim ve küçük oğlu İsmail ile yaşamaktadır. Bir gece Ucasar'a baskın olur. Sitare ve İsmail'i korunaklı bir yere götürüp yaralanan oğlu İbrahim'i Satı Nine'ye yetiştirmeye çalışır. Ancak başaramaz ve İbrahim ölür.
Yunus Emre - Niçin ağlarsın ey bülbül
Karlı dağları mı aştın
Derin ırmakları mı geçtin
Yârinden ayrı mı düştün
Niçin ağlarsın bülbül hey
Ucasar'da sağ kalanlar ile Sarıcaköy'e doğru yola çıkarlar. Sitare çok üzgündür. Sürekli İbrahim diye sayıklar. Bir şekilde Sarıcaköy'e varırlar.
Okuduğum bu bölümde en çok şu satırları beğendim: ''Ayak kırıldı mı , Allah kanat ihsan eder. Bu topraklarda asıl dert Allah'a isyan idi. Bütün bu olanlar O'nu unutmaktan oldu.''